On yedi yaşına dört ölüm sığdırmıştı. Önce büyük dayısı Fikret, ardından peş peşe büyük dayı Javalı Celal ve büyükbabası Sedat; babaannesini kaybettiğinde ise onu hatırlayamayacak kadar küçüktü. Her köşesinden anıların, fotoğrafların ve irili ufaklı objelerin göz kırptığı evlerinde onunla da yakından tanışmıştı aslında. Ali, her sabah koridor boyunca duvara asılmış siyah beyaz fotoğraflar arasında o mahzun, siyah gözlerle karşılaşır ve güne öyle başlardı.
Babaannesinin Java Adası’nda, 1921 yılında başlayan ve 1994 yılında İstanbul’da son bulan yaşam öyküsü hep ilgisini çekmişti. Farklı ülkelerde farklı yaşamlar süren insanların hiç ummadıkları bir yerde ve zamanda karşılaşmaları, birlikte yola çıkmaları, giden için çok değişik bir coğrafyada ortak bir dil kurmaları, kültürlerin harmanlanarak yeni bireylerde yaşam bulması bir anlamda her türlü sınırın ortadan kaldırılması demekti. Babaannesi Sevda’nın annesi Süheyla’da öyle yapmıştı. Bir sevginin peşinden sınırları aşmış, düzenini bozmuş, hiç tanımadığı bir kültüre ve yaşama kucak açmıştı. O zamanlar Hollanda’nın sömürgesi olan Batavya’nın1 Java Adası’nda 1920’li yılların başlarında, bir anlamda esir bir şehirden bir başka esir şehre göç etmişti. Anlaşılan o ki İngiliz işgali altındaki İstanbul’da yaşamak Java’da yaşamaktan daha ağır gelmişti ona. Orada, 1921 yılında babaannesi Sevda doğmuş, 1923 yılında Cumhuriyet’in ilanıyla sonra vatan topraklarına ailece geri dönmüşler ve büyük dayısı Javalı Celal 1925 yılında İstanbul’da dünyaya gelmişti.
Çocukluğundan beri ailesinin dünya coğrafyası üzerinde din, dil, kültür farkı gözetmeksizin yayılışını, ülke sınırlarını aştıkça iç sınırlarını da aşıp zenginleşmiş olduklarını gözlemliyor; onları daha derinlemesine anlamak, hissetmek istiyordu. Dünya insanı olmak böyle bir şeydi. “Yerin yurdun neresi olursa olsun orada değerlerinle kök salabilmek, geçmişini unutmadan, yadsımadan yaşamındaki hatalarla ve erdemlerle yüzleşebilmek, sevgide ve hoşgörüde sınırsız olabilmek,” diye düşündü kendi kendine büyük dayısı Javalı Celal’in Maçka Palas’tan Gülbağ’a uzanan yaşam öyküsünü anımsarken.
Süheyla Hanım Cumhuriyet’in ilanıyla Java’dan İstanbul’a döndükten bir süre sonra iki çocuğuyla birlikte yıllarca yaşayacağı Maçka Palas’a yerleşmişti. Babaannesi Sevda, Notre Dame de Sion kız lisesini ve tıp fakültesini bitirdikten sonra Doktor Sedat Ceyhan ile evlenmiş ve Maçka Palas’tan ayrılmıştı. Süheyla Hanım ve Javalı Celal Bey Maçka Palas’ta Süheyla Hanım’ın ölümüne kadar ana oğul birlikte yaşamışlar, sonrasında da apartman satılana kadar Javalı Celal Bey yaşamını burada sürdürmüştü. Sert, otoriter, prensip sahibi çehresinin ardında çok zengin bir ruh ve parlak bir zekâ barındıran Javalı Celal Bey, hem Galatasaray Lisesi’ni hem de Mühendislik Mektebini sınıf atlayarak bitirmişti. Parlak mühendislik kariyerinin ardından her zaman olduğu gibi ideallerinin peşinden gitmiş ve çok sevdiği denizle buluşmuştu. Hayatının büyük bölümünü teknesiyle denizde geçirmiş ve ömrünün sonuna kadar denizden kopmamıştı. Kimileri dünyayı dolaşıp küçük odalarına geri dönerken, o hep küçük odasında yaşayıp farklı dünyaları gezmişti. Javalı Celal Bey’in, ablası Sevda’dan yıllar sonra Gülbağ’da sonlanan yaşamı bir dönemin de sanki toprak altında yitip gitmesi gibi acı verdi Ali’ye.
“Onca yaşanmışlık, onca anı, onca tecrübe bu dünyadan göç edenle birlikte yitip gidiyor,” diye düşündü Ali. Belki de bu yüzden ailesinde ölümlerin ardından yaşanan tasfiyeler yıllarca sürüyor, evler bir türlü boşaltılamıyordu. Her bir eşyaya canlıymışçasına özenle yaklaşılıyor, bir devre tanıklık etmiş olması ya da sahibine yıllarca can yoldaşı olması yetiyordu korunup saklanması için. Gümüş şamdanlar, sikkeler, abanoz konsollar, çeşm-i bülbüller, türlü türlü şekerlikler, meyvelikler, likör takımları, Hoca Ali Rıza’lar, Füreyya’lar, Bedri Rahmi’ler özenle ayrılır; geride kalan kırık dökük ne varsa onlarla da vedalaşmak çok uzun sürerdi. Mektuplar, fotoğraflar ve geçmişe ait bütün evraklar incelenir, toplanır eve getirilirdi. Hiçbir tasfiye aceleye getirilmez; yavaş yavaş, özenle yapılırdı. Evleri çok misafirperverdi. Tüm eşyalara mucizevi bir şekilde yer açılır, hiçbir yeni gelen açıkta kalmazdı. Eve gelen eski eşyalar, eski sahiplerinin ruhunu taşıyor gibi, ev ahalisinde bir teselli duygusu yaratıyordu. Aryaların eşliğinde yudumlanan kahve fincanlarında yitik anılar yaşam buluyordu adeta. Her köşesi yıllar boyunca bir anılar müzesine dönüşen evde kendi odası farklı mıydı sanki? Henüz yedi yaşlarındayken ilk kez gittiği Paris’te ailesi büyük bir coşkuyla onu Lafayette’teki oyuncakçıya götürmüş, heyecanına ve mutluluğuna tanık olmak istemişti; oysa onun aklı otelin karşısındaki küçük hediyelik dükkânında kalmıştı. Orada pırıl pırıl parlayan sarı, mavi rengârenk taşlar; küçük şişelere konmuş, farklı denizlere ait çakıl taşları ve kumlar aklından hiç çıkmamış ve sonunda odasında başköşedeki yerlerini almıştı. Daha sonraları bu objeler kaybettiği yakınlarının eşyalarına yoldaşlık etmeye başlamıştı. Hayatı, İstanbul Gülbağ’da, bir apartman dairesinde sonlanan Javalı Celal Dayı’nın sallanan sandalyesinde otururken bunları düşündü Ali.
Javalı Celal özgür ruhunu korumanın bedelini hiç evlenmeyerek ödemişti. Çocuk sevgisini ablası Sevda’nın oğullarında tatmış, özgürlüğünden hiç ödün vermemişti. Ali, babasıyla birlikte büyük dayısının asırlık eşyalarının arasında kaybolurken, Endonezya işi abanoz büfenin kenarında sedef kakmalı ahşap bir sandık ilişmişti gözüne. Tozlu sandığı elleriyle araladı. Yıllarca kim bilir kaç ev dolaşmış kaç hikâye biriktirmişti, kaç insanın yaşamına tanıklık etmişti bu sandık? Ne kahkahalar, ne gözyaşları, ne hayal kırıklıkları, ne acılar, ne savaşlar, ne barışlar… Her şey en az yüz yıllık bu sandığın tanıklığında yaşanmıştı. İçinden siyah beyaz, sararmış pek çok fotoğraf çıkmıştı: Endonezya’da Sevda babaannesinin adını taşıyan Villa Sevda’nın fotoğrafı mesela. Fotoğrafların arasında iki adet Osmanlı pasaportu gözüne ilişmişti; günümüzdekilere hiç benzemeyen bu pasaportlar Osmanlıca, Almanca ve Fransızca yazılmıştı. Sayfalarında Osmanlı Devletine ait mühürler, damgalar, dolmakalemle yazılmış bilgiler vardı. Birini hemen tanıdı: Babaannesi Sevda’nın annesi Süheyla Hanım’ın pasaportuydu. Ya diğeri? Pasaportun sayfalarını çevirdi. Verildiği Makam: Osmanlı İmparatorluğu – Konstantinopel, 1917 Ekimi. Doğum Yeri ve Tarihi: Konstantinopel, 1863. Gidilen Yerler: Berlin- Hambourg- Stuttgart ve bir sayfada Balkanzug 9 Nisan 1918 kaşesi.
Adı : Mehmet Celal Bey
Boy : Orta
Yüz : Oval
Ten : Beyaz
Saçlar : Kestane
Gözler : Açık kahve
Bıyık : Kır
Özel Durum : Gözlüklü
Baba Adı : Hassan Attif Bey
Mesleği : Eski Konya Valisi
Beş kuşak önce yaşamış, Osmanlı Devleti’nin çöküş dönemine tanıklık etmiş bu devlet bürokratı kimdi gerçekten? Bir kararın birçok kararı etkileyeceği, mayın tarlası gibi tehlikelerle dolu, sisli puslu, doğruların yanlışlara karıştığı bir süreçte kritik görevlerde bulunmuştu. Ali, Cumhuriyet öncesi kan gövdeyi götürürken valilik yapmış olan bu aile büyüğünü yakından tanımak istedi.
Babasına pek çok soru sormuştu, ancak onun konuya beklediği coşkuyla yaklaşmadığını fark etti. Ayrıntılara girmeden, neredeyse üstünkörü cevaplar verince dayanamadı:
- Bir yığın fotoğraf ve gazete haberi buldum. Çok önemli bir döneme tanıklık etmiş bir kişi. Üstelik Cumhuriyet kurulana kadar, Osmanlı’nın en sancılı dönemlerinde önemli devlet görevlerinde bulunmuş. Erzurum, Halep, Konya, Adana gibi kritik yerlerde valilik yapmış. Onun aile hikâyelerini ve görevdeyken yaşadıklarını bana daha ayrıntılı anlatır mısın?
- Konu çok hassas o yüzden nereden başlayacağımı ve sana nasıl aktaracağımı düşünüyorum.
- Sen bildiklerini ve duyduklarını anlat yeter.
Babası Ali’den çok daha küçük yaşlardayken Maçka Palas’ta, anneannesi Süheyla Hanım’ın evinde fotoğraflarını ve Osmanlıca kaleme alınmış el yazılarını gördüğü bu ciddi görünümlü adamı merak etmiş, onun hakkında aile büyüklerinden bilgi ve belgeler toplamıştı.
Ali’nin bu ısrarlı soruları ve merakı karşısında babası bildiklerini anlatmaya başlar:
- Yıl 1863, Mehmet Celal Bey İstanbul Kızıltoprak’ta bir konakta…